top of page

Solmasaydı Gülünüz Böyle…

Müridim, ortada korkulacak ne var, çünkü ben

Pek azimliyim, cengâverlikte bir cengâverim

Müridim, hiç korkma, çünkü Allah’tır benim Rabbim.

Risâletler verdi bana yüceliklere erdim ben

Müridim; silkin, hoş ol, terennüm eyle san

İsmim yücedir, hiç çekinme yap neler istersen…”

                                                                                                         (Gavsul Azam Seyyid Abdulkadir Geylani)


Fi tarihte bir İngilizce öğretmeni kızla evlenmeye karar vermiştik. Kendisiyle birlikte, on kadar İngilizce öğretmeni bekâr kız da bizden el alarak Allah’a intisap etmişlerdi. Başlangıçta her şey çok iyi gidiyordu. Herkes çok mutluydu. Evlenmeyi düşündüğüm kızla dini nikâh yaptık. El ele çifte kumrular gibi gezip dolandık. Aşk, bize bahar yüzünü göstermişti… Sen de böyle yapmıyor musun? Ah, bu da senin sorunun… Bizi bu halde gören diğer kızlar zina ettiğimizi düşünmeye başlamışlardı… Dini nikâhlı eş olduğumuzu bilmiyorlardı…


Evlenmeyi düşündüğüm kızın yakın arkadaşı olan bir İngilizce öğretmeni de bizimle evlenmeyi düşünüyordu. Bu niyette olan başka kızlar da vardı… Sevginin aşk hali… Bir gün o kız uzak bir ilden bizi ziyarete gelmişti. Süslenmiş püslenmiş… İlgimi çekmeye çalışıyordu… Kendisine danışmanlık sınırının ötesinde bir ilgi göstermedim…


Bir parkta oturuyorduk. Öğlen ezanı okunuyordu… Kızı başımdan savmak için ‘zındıklık’ hattına geçip kendisine şöyle dedim:


“Sabahı kılıyorum, öğlen okunuyor, ardından ikindi, akşam, yatsı… Kıl kıl bitmiyor şu namaz… Keşke paket halinde olsaydı, toptan kılıp kurtulurdum.” 


Bu sözler karşısında kızın nutku tutulmuştu. Kız aşk adına umduğunu bulamamıştı. Kendisini yolcu ettim. Yolda giderken tüm kız arkadaşlarına ve benim çok sevdiğim bir doktor arkadaşıma mesaj atmış. “ Bu kişi cindar… Namaz hakkında böyle böyle diyor. Kendisi kâfir… Zina ediyor…”


O kızların içinde iki de peygamber neslinden seyyide kız vardı. Bir fitne çıktı… Her taraf çalkalandı… Allah bunların tümünü çer çöp gibi savurup yoldan attı… 


Aradan yıllar geçmişti. Cep telefonum çalıyordu. Tanımadığım bir numara… Bize “cindar, kâfir, zinakâr” diyen kızın bir yakını arıyor.


“Doğum yapamadığı için…’i, sezeryana aldılar. Sezaryan ameliyatı olurken kalp damarı yırtıldı… Kalp damarı ameliyatı olurken bu defa da kalp kapağı patladı… Kalp kapağı ameliyatına aldılar… Allah rızası için hakkınızı helal edin…”


Yıllar geçti… Oturup kalkmamız günah olmasın diye dini nikâh kıydığımız kızın anne-babası evliliği onaylamadı. Resmi olarak kendi kararıyla evlenmeyi kız göze alamadı… Kur’an üzerine ettiği yeminini bozup yan çizmeye başladı. Bu nedenle o kızdan dinen boşandım. Aradan yıllar geçmişti. Sosyal medyadan bize mesaj atmış. Şöyle diyor:


Evlendim. Hamile kaldım. Ünlü bir doktorun gözetiminde hamilelik sürecini geçirdim. Bebeğimin kalp atışlarını dinledim. Doğuma haftalar kala, hiçbir neden yokken çocuk ansızın karnımda öldü. Ameliyata aldılar. Çocuğu parça parça ettiler. Beni de öyle… Ahını aldım… Bil ki iflah olmuyorum, hayatım cehenneme döndü…(Hıçkırarak ağlamalar..) ”


Yoldan atılan seyyide ailelerin neredeyse tümü birbirlerine girdiler… Onlar içinde yüzleri gülen bir tek aile yok… İki yakaları bir araya gelmedi… Bunalım ve felaket içinde bir hayat sürmek, kendilerine alın yazısı oldu… İnsanların tümü kendilerinden yüz çevirdi… Sevdikleri çevrelerin tümünden nefret gördüler… 


Avukat bir kızla evlilik amaçlı görüşüyorduk. Birbirimizi çok seviyorduk. Ailesi kızlarını vermemişti bize. Aile dostlarından olan bir imamı, aracılık yapsın diye bürosuna çağırmış. Kendisini bize vermeleri için ailesine ricacı olmasını istemiş. Bizim tarikatlı olduğumuzu vs uzun uzadıya imama anlatmış. Ah, imam evliya düşmanıymış. Bize de bağlı olduğumuz Seyyid Abdulkadir Geylani Hazretleri’nin yoluna da sövgüler yağdırmış. Kız, hayretler içinde dona kalıp olup bitenleri telefonla bize aktardı... Avukat hanıma şöyle dedim:


“Bu sözler ta gider Bağdat’a…” Üç gün geçmedi. Avukat kız aradı. Korku ve dehşet içinde “ Sen imama beddua mı ettin? İmam beyin kanseri oldu.” Beddua etmediğimi, Allah’a havale ettiğimi söyledim. İmam bir hafta içinde feci bir sonla ölüp gitti…


Ricalül gayp adamları, Allah’ın izniyle çoğu zaman hep yanı başımda olmuştur. Uzun hikâye… Bir beldede ricalül gayplar bizim şeklimize girerek bir iş yapmışlar… Bu olaydan ben sonradan haberdar oldum… Bu hadise sonrası münafık iki tombul teyze, bir de amca izzet, onur, şerefimle oynayıp cindar yaftalamasıyla sürekli gıybetimizi yapmaya başladılar... Bu durum oldukça canımı sıkıyordu…


Şehir merkezinde bir camideyim.  Cuma namazını bekliyorum. Ricalül gayp adamlarından sanlarına “ebdal” denen büyük bir evliyanın geldiğine dair bir yansıma oldu. Camii çevresi oldukça kalabalıktı. Sakallı, iri kaşlı, pembe benizli, bir seksen boylarında iri yarı heybetli bir ricalül gayp evliyası geliyordu. Kalabalığı yara yara gelip karşımda durdu. Selam verdi. Eline kapandım. Elini öptürmek istemedi. Zorla öptüm.


Bana: “Biz seninle akrabayız. Şükür, yavrum senin arkan boş değil. Hiç kimseyle çekişme, kavga etme. Sabret dedi…” Cuma namazını kıldık. Ayrıldık. (Beş yıl kadar kendisiyle oturup kalktım ) Bir hafta geçti geçmedi münafık iki teyze ve amca, aynı anda hastaneye kaldırıldılar. Tüm tetkikler normaldi. Ama normal olmayan bir şeyler vardı: Üçü birden erim eriyorlardı. Üçünün de arka arkaya selaları verildi, üçü de ölüp gittiler…


Bir müfettiş vardı… Sapkın, masonik bir tarikata bağlıydı. Sağda solda bizim hakkımızda atıp tutuyordu. Ne zaman bizimle karşılaşsa yapmacık hal hatır sorar, sırıtır, yanımızdan ayrılıp giderdi. On bir yaşlarında bir erkek çocuğu vardı… O çocuğu aşkla sever, hep onunla vakit geçirirdi. Şehir merkezinde karşıdan karşıya geçerken çocuk trafik ışığını görmeden caddeye adım atmış… Hızla gelmekte olan bir taksi çocuğa çarpmış… Çocuk gözünün önünde can vermiş…


Bir nişan töreni için birkaç haftalığına Kanada’dan Türkiye’ye gelmiştim. Türkiye’de yaşadığım yıllarda ruhsal bunalım geçiren ve çıldıran birini,  dua okumamız için bize getirmişlerdi. Kendisine dua etmemiştim. Şımarık, ikiyüzlü, münafık biriydi… Kuyumcu dükkânı vardı… Sonradan çok zengin olmuştu… Hediyelik bir takı almak için bir kuyumcu dükkânına girdim… Baktım bu kişi… Kuyumcu dükkânı bayan müşterilerle doluydu… Göz göze geldik… Beni tanıdı… Zenginliğinin verdiği şımarıklık ve küstahlıkla alaycı bir şekilde:  “ Şunun tipine bakın tipine… Tipinde tip var mı? Mağara kaçkınlarına benziyor!” diyerek kahkaha attı… Terbiyemi hiç bozmadan ve kendisine bir yanıt vermeden oradan uzaklaştım… 


Aradan üç gün geçmedi… İnternetten yerel basını okurken bir baktım manşette bu adam. Alacak verecek yüzünden biri kuyumcu dükkânına gidip kendine birkaç el ateş etmiş… Kanlar içinde oraya yığılmış, kuyumcu dükkânında feci bir şekilde can vermiş…


ABD’de yaşamını süren bir arkadaşım vardı. Seyyid Abdulkadir Geylani Hazretlerinin yoluna bağlıydı. Tasavvufi bir site kurmuşlardı. Türkiye’deki kimi çevreler onun bu çıkışından rahatsız olmuşlardı. Acaba halifelik mi şeyhlik mi ilan eder, diye ödleri kopuyordu. Çünkü yazılarıyla oldukça ilgi odağı olmuştu…


Pastanendeyim. Bir bahar günü… Güzel mi güzel bir hava… Türk baklavasını özlemişim. Bir porsiyon baklava ısmarladım. Yanına da dondurma… Bir bardak da buz gibi limonata… Ah, daha ne olsun… Tam baklavayı yiyecekken birden içeriye ikiyüzlü, münafık biri girdi… Faiz yiyenlerin ve ikiyüzlülerin efendisi… Bu adam USA’da yaşayan o kişiyle iletişim halinde olduğumu biliyordu… Kin ve nefretinin nuru (!) yüzüne yansımıştı. Selam verdi masama oturdu… Öfkeyle burnundan soluyarak:


“O arkadaşına söyle bu tarikatta seyitlerden fazla boyunu uzatanların başını uçururlar. Seyitler kendisinden rahatsızlar. ” dedi. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla… Bir taşla iki kuş… Ama ben kuş değildim ve her kuşun eti yenmezdi…


Kendisine kibarca: “Seyitlik bir aileye özgü değildir… Diklendiğin arkadaşım da seyittir. Hem de Abdulkadir Geylani Hazretlerinin neslinden… Ne halifelik ne de şeyhlik yapmak gibi bir niyet taşımıyor… Sıradan sade bir kul olarak yaşam sürüyor… Asıl sen kendine dikkat et. Onun arkası boş değil.” dedim. Pancar gibi oldu, öfkeyle soluyarak masayı terk etti. Ah, güzel baklava keyfim mahvoldu…


Aradan birkaç gün geçti… Arkadaşımı örtülü tehdit eden bu adam, taksisiyle yolculuk yaparken feci bir kaza geçirmiş… Taksinin ön camı parçalanmış… Camlar yüzünü gözünü kesmiş… Büyük bir cam parçası da beynine saplanmış… Ameliyata almışlar… Beynine saplanan camı çıkarmışlar… O kazadan sonra bu ikiyüzlü adam ne ABD’deki arkadaşıma ne de bana bir tek laf dahi söylemedi…


Bizden el alan, tarikat adabı bilmeyen, saygıda, sevgide kusur eden, ikiyüzlü, kibirli, egosu tavan yapmış, yolun değerini anlayamamış kim varsa Allah onları bir sebeple bizim karşımıza dikti… Buna bağlı olarak da tarikat ecelleri geldi… Tespihlerini geri aldım. Bu çevreler Allah’ın sillesini yiyerek çer çöp gibi savrulup gittiler… Allah onların yüzlerini karartı… Nurlarını söndürdü… 


Bazen bunlardan kimileri sosyal hayatta gözüme ilişiyor… Kendilerini, sevimsiz, nursuz, itici ve uğursuz bir halde, kararmış bir şekilde görüyorum… Tümü de Allah tarafından manevi olarak çarpılmış… Zerre kadar basiret nuru olan onlara dikkatlice baksa sevimsiz, kararmış simalarını görebilir…


Yolda biat edenlere bakıyorum uzaktan… Arkadaşlarından uzaklaşıp izlerini kaybettirenler var… İletişimi koparıp kendi korku dünyalarında yaşayanlar var… Aldığı tespihin, yolun değerini bilmeyen, derslerini bir gün yapıp on gün yapmayan dünya hayatına vurgunlar var… Allah’ın sillesini yemek için sıraya girmişler adeta… 


Bunun yan sıra İsa aleyhi selamın havarileri gibi tertemiz arkadaşlar var çevremde… Her şey bir sınav… Tarikat dersi almak da bir sınav değil mi? Bu tarikat, bünyesinde asla ikiyüzlü, değer bilmez, münafık, kibirli, kişileri barındırmaz… Bu çevreler, er ya da geç bir gün mutlaka Allah’ın sillesini yiyerek yollardan uzaklaştırılırlar… Bu çevrelere tarikatlı biri olarak ölmek asla nasip olmaz… Arkadaşlarıyla, danışmanlarıyla iletişimlerini koparan bu çevrelerin alın yazıları, bir zaman sonra kuruyup gitmektir… 


Danışmanlar neden yoldan atılanların peşine düşüp onları kazanmak için uğraş vermezler?


Albatros kuşlarını bilir misin? Okyanuslar aşan kuşlar olarak da bilinirler. Bu kuşlar eş olarak birbirlerine çok bağlıdırlar. Saatlerce birbirlerine sevgi gösterisinde bulunurlar. Senede bir defa yumurtlarlar. Eşler, sırayla kuluçkaya yatarlar. Yumurtadan çıkan yavruya sırayla bakarlar. Civcivler biraz büyüyünce onu yalnız başına yuvada bırakıp avlanmaya giderler. Rüzgâr çıkar, yağmur yağar… Yuvaları açık alanda olan yavruların çoğu esen sert rüzgârlarla aşağı düşerler. Bir metre yüksekliğindeki yuvaya didinip çıkmayı başarmaları gerekir. Bunu başaramayan yavrular içli içli bağırarak ailelerini yardıma çağırırlar. 


Albatros kuşları yuvaya gelirler. Aşağıya düşmüş yavrularını görürler. Ama ona yardım etmezler. Yavrulardan bazıları güç bela didinerek kendi başlarına yuvaya çıkmayı başarırlar. Kendi çabasıyla yuvaya tırmanmayı başaran yavruyu şefkatle kanatlarının altına alıp ona bakarlar. Bunu başaramayan yavruya kesinlikle yardım eli uzatmazlar. Yavru kuş, çamurlar içinde acı acı feryat eder. Ailelerinin gözü önünde bağıra bağıra can verirler. Anne baba albatros kuşları, hissiz bir şekilde yavrunun ölümünü izler. Yavru öldükten sonra da hiçbir şey olmamış gibi huzur içinde hayatlarına devam ederler. Ölüp giden yavruları için üzülmez,  onları kesinlikle umursamazlar…


Albatros kuşlarının genetiğinde şöyle bir kanı vardır. Yuvada olan kuş bizimdir. Yuvadan aşağı düşen kuş, asla bizim değildir. Yuvadan aşağı düşüp kendi çabasıyla yuvaya tırmanmayı başaran yavru bizimdir… Yuvaya tırmanmayı başaramayan kuş ölüp gitmeyi hak etmiştir. Bu kurallar, tüm albatros kuşları için geçerlidir… 


Danışmanlar, albatros kuşları gibidirler. Adap edep bilmeyen, ikiyüzlü, fitne, kibirli, ahmak, değer bilmez, münafık, kendi başına buyruk, saygısız, dedikoducu sufileri Allah bir sebeple danışmanlarıyla karşı karşıya getirir, sonra da sert bir kader rüzgârı estirir, yuvadan düşerler. Hatasını anlayıp özür dilemeyi başaranlar yeniden yol insanı olurlar. Bunu başaramayanlar kaderin sert rüzgârları önünde bir çer çöp gibi savrulup giderler… Danışmanlar da hissiz ve vurdumduymaz bir şekilde onların batıp gidişlerini izlerler. Kendilerine el uzatmazlar. Neden mi? Yuvada olmayan kuş bizim değildir. Yuvadan düşen kuş yuvaya didinip tırmanmayı başarmalıdır, bunu başaramayanlar ölüp gitmeyi hak etmiştir, kuralı bu yollarda da geçerlidir de ondan…


Kim olursa olsunlar; hiçbir kimse varlığıyla Allah’ın yoluna değer kazandıramaz, yokluğuyla da Allah’ın velayet yollarını değersiz kılamaz. Velayet yolları bir güneştir.  Güneşin, üzerine doğduğu evrene gereksinimi yoktur. Her zaman için tüm evrenin güneşe gereksinimi vardır… Güneş olmasa evren yok olur. Evren olmasa güneşe hiçbir şey olmaz…


Allah’ın ipine sımsıkı sarılan, birlik ve beraberlik içinde Allah’ı anıp tevhit sancağı altında toplanan tüm Müminlere selam olsun…


Ferhat Saul Aaron

hizirlayolculuk.com


© Hizirla Yolculuk 2021-2023
bottom of page