Bir Ebdalin Dostluğu
“Yeryüzü, Hazreti İbrâhim gibi (kalp, hâl ve sîrete sâhip) kırk kişiden hâlî kalmayacaktır. Yeryüzünde yaşayanlar, onların duaları sebebiyle yağmura ve ilâhî yardıma erişirler. Onlardan her ne zaman biri ölürse Allah, bir başkasını onun yerine geçirir.”1
Henüz Türkiye’de yaşadığım yıllarda, bir beldede, hayat üzerime üzerime gelmeden yana insafsız fırtınalar estiriyordu. Nedeni? O beldede, bizim şeklimize giren bir ebdalin, sağda solda gözüküp bizim yerimize bizden bağımsız işler yapmış olmasıydı. Bu hadiseye bağlı olarak, o beldede dile düşmüştük.
Gıybetin, insafsızlığın, dedikodunun, merhametsizliğin zirvede olduğu bu beldede, gıybetten dolayı mezarın kendilerini kabul etmeyip dışarı attığı insanlar olmuş. İşte burası böyle bir yerdi. O beldede, iki teyze, bir amca bahsettiğim olaya bağlı olarak, onurumuzu, haysiyetimizi sürekli olarak rencide edici konuşmalar yapıyorlardı. Bizi karalayıp onurumuzla oynamayı kendilerine “özel vazife” edinmişlerdi. Kendilerini ne tanıyor, ne de biliyordum.
Bir gün, Allah’a şöyle yakarmıştım: “Yüce Mevlam, mürşitlerim hayatta değil. Bir veli kulunla bizi karşılaştırsaydın, bize ne yapacağımızı söylerdi.”
Bir hafta geçti, geçmedi. Cuma namazını kılmak için tarihi bir camii avlusundayım. Camiinin çevresi oldukça kalabalık, cuma namazına henüz bir saat var. Cemaat, camiyi tıklım tıklım doldurmuş.
Ansızın, kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpmaya başladı. Levhi mahfuza bakma salahiyeti olan, Allah ile konuşan, İbrahim aleyhi selam neslinden yüce bir ebdal velinin zuhuru oluyordu. Bu ebdal; Hıdır aleyhi selamın bölüğünden değildi. Doğrudan doğruya Allah’ın kendilerini irşat ettiği, hadislerde geçen ebdallerdendi. O an, yaklaşık bir kilometrelik alanda; ruhaniler, melekler, gaybın orduları ebdalin kutlu teşrifine eşlik ediyorlarmış gibi hissettim. Gözlerim dolu dolu oldu sevinçten. Ve geliyordu bir gelen, İbrahim aleyhi selam neslinden. Bu ebdal de diğer İbrahim neslinden gelen ebdaller gibi seyyid nesildendi.
Camii avlusunda olduğum yere çakılı kaldım. Sağa sola bakınarak ebdali taramaya başladım. Yüz metre ötede, kalabalığın içinde kendisini gördüm. Başında, deve yününden örülü bir papak, elinde asasıyla ağır adımlara bana doğru yaklaşıyordu. Ebdal, ilahi bir sır olduğu için, sessiz ve sakin kalıp kendisini beklemeye koyuldum. Benim için gelip gelmediğinden emin olmak için yerimden kıpırdamayıp olduğum yerde kendisini beklemeye koyuldum. Neden mi böyle yaptım? Senin için gelmeyen bir ebdali tanıyıp yanına gitmek, onunla konuşmak, ruhani adaba aykırı bir davranış olurdu.
Âlemlerin Rabbi olan Allah, bizi kutbüz-zamanla, yedilerle, ricalül gayp adamlarıyla karşılaştırmış, kendilerinin duasını almayı bize nasip etmişti. Ancak, onların içlerinde bu ebdalin velayeti gibisine rastlamadım.
Onur hisleriyle dopdolu olarak, bana yaklaşan ebdali izlemeye koyuldum. Celal-cemal karışık bir tecelli vardı üzerinde. Gülümseyen bir çehresi vardı. Güven ve huzur veren bir siması.
Ebdal sağa sola selam vere vere bana doğru iyice yaklaştı. Kalbim, ebdalin velayetinin cezbesine kapılmıştı. Tanımsız bir şekilde çarpıyordu. Boyu bir seksene yakındı, iri cüsseliydi. Yüzü buğday tenli ve pembemsiydi. Kaşları oldukça iriydi. Osmanlı adamlarına benzeyen korkunç bir heybeti vardı. Gözleri, afyon içenlerin gözleri gibi -Levhi Mahfuza bakmaktan- kıpkırmızı olmuştu. Sanki Allah, yürüyen ayağı, tutan eli, bakan gözü, konuşan diliydi. Ebdal, tümüyle Allah’ın tecellisine dalmış gibi bir haldeydi. Ömrüm boyunca, Allah’ın yakınlığını böylesine hissettiren bir veliyle karşılaşmamıştım. Anlatılmaz, yaşanır bir histi.
Bana iyiden iyiye yaklaştı, tam karşımda durup bana selam verdi. Saygıyla selamını alıp hızla ellerine kapandım. Elini öptürmemek için elini çekti. Yine de elini öpmeyi başardım. Gözlerime bakan çok göz olmuştur; ama ben, böylesine ruhani bakan bir göz görmemiştim, sanki Allah’ın tecellisi bakıyordu gözlerinden. Ben çok güzel sesler işitmiştim; ancak bu ebdalin sesinden daha Davudi, daha güzel, daha güven verici bir ses işitmemiştim. Onun kudret dilinden, sanki Allah’ın tecellisi sesleniyordu. Allah’ın tecellisi hemen yanı başındaymış gibi bir hisse kapılıyordu insan.
Ebdal: “Es selamünaleyküm.” dedi. Saygı ve edeple selamına karşılık verdim. “Yavrum biz seninle akrabayız. Sana sataşıp duranlara sakın karşılık verme; onlarla kavga dövüş etme. Sabret, sen var işine gücüne git. Şükür senin arkan boş değil .” dedi. “ Başım üstüne!” dedim. Ebdal, abdest alıp Cuma namazını kılmak için camiye girdi. Ben, cami avlusunda Cuma namazını kıldım. Cuma namazı çıkışında, tekrar elini öpüp duasını aldım. Vedalaştık. Kalabalığa karışarak gözden kayboldu. O asil ve heybetli yürüyüşü asla unutamıyorum. Yer ve gök orduları kendisiyle yürüyor gibiydi.
Ebdalle karşılaştıktan sonra, üzerimdeki keder bulutları dağılmış, bütün ağırlıklar yok olup gitmişti. Kalbime; tanımsız bir güven, mutluluk ve huzur hali dolmuştu.
Bir ay geçti geçmedi. Onurumu, izzetimi, şeref ve haysiyetimi rencide eden iki teyze ve bir amca arka arkaya hastaneye kaldırıldılar. Doktorlar; tüm tetkikleri yapmalarına karşın, kendilerine herhangi bir hastalık tanısı koyulamamıştı. Çok sürmedi, üçü de erim erim eriyerek arka arkaya bu dünyadan göçüp gittiler.
Ebdal, şehrin neresine gidersem gideyim hep karşıma çıkıyordu. Bu pek de normal değildi. Rastlantısal mıydı acaba? Bu durumu test etmek için her gün birbirinden bağımsız mekânlarda geziyordum. Çok acayiptir ki hangi mekâna gidersem gideyim, tam orada karşıma çıkıyordu. Bu, en az yüz defa böyle olmuştur. Anladım ki ebdal, benim nerede olacağımı manevi olarak benden iyi biliyor ve hep o mekânlarda benim karşıma çıkıyordu. Altı yılı aşkın bu “ebdalle” arkadaşlık yaptım, duasını aldım. Onun hizmetini gördüm. Kendisini, yeryüzünde eşine ender rastlanan bir edep ve adapla hep sevip saydım. Elimden geldikçe hizmetini görmeye çalıştım. Beni, haddimden fazla severdi. Hep alnımdan öperdi. Bir defasında alış veriş yapmıştım, iki elimde de ağır poşetler vardı. Trafik ışığında beklerken beş yüz metre ötede “ebdali” kalabalıklar içinde gördüm. Ellerimde ağır poşetler olduğu için yanına gitmedim. Başka bir zaman yanına uğrarım, diyerek nefsime uyup hatalı davrandım.
Ertesi gün şehirde karşılaştık. Bana gülümseyerek “Dün beni gördüğün halde neden yanıma gelmedin dedi?” Elimde ağır poşetler vardı, dedim. Tebessüm etti. Bir şey demedi. Ebdalin kalp gözü olağanüstü açıktı, buna fazlasıyla tanık olmuştum.
Kendisi Allah’ın nuru içinde yok olmuş gibi duruyordu, beldelere felaketler gelemsin diye şehrin bazı noktalarında bekler, her insandan değil, kimi insanlardan sadaka isterdi. O sadaka isterken ki vakur hali hala beni ürpertiyor. Oldukça asil biriydi. Sokakta yürüyen halk, onun asilliği karşısında son derece değersiz kalıyordu. Defaten tanık olduğum bir gerçek vardı: Kimi insanlardan – herkesten para istemezdi- aldığı parayı olduğu gibi fakirlere veriyordu. Nefsine harcamıyordu.
Altı yıl boyunca bir gölge gibi hep yanında oldum. Ebdal, neyi istemişse hiç tereddüt etmeden onu yerine getirdim. Her şey çok iyi gidiyordu ki bir gün uygulaması imkânsız olan bir şey istemişti benden. Bu, uygulanıp içselleştirilmesi oldukça olanaksız olan bir şeydi.
Ebdal, “Herhangi bir yerde uygunsuz bir halde sevişen, öpüşen, sarılan insanları görürsen sakın onları kimseye söyleme, onlara zina ediyorlar nazarıyla kötü gözle bakma, onları değersiz kişiler olarak görme, içinden de onları alıp verme. Unut gördüklerini.” dedi. “Baş üstüne!” dedim. Başka şeyleri yapmak kolaydı; ama bunu nefise anlatmak hiç de kolay değildi.
Kırlarda; ıssız bahçelerin kuytu sokaklarında Allah’ı zikrederek gezinmek benim en büyük hobimdi. Bir gün, ıssız bahçe aralarında dolanıyorken, ansızın bir taksi çarptı gözüme, iki genç ateşli bir şekilde sevişiyorlardı. Beni görüp de tedirgin olmasınlar diye oradan hızla uzaklaştım. İçimden “Bunlar kesin dini nikâhlı eşlerdir.” dedim. Nefis “Dinine imanına mı bunlar dini nikâhlı eşler? Bu ıssız, kuytu yerde bu işi neden yapıyorlar da evlerinde yapmıyorlar? Onlar resmen zina ediyorlar! ” diye üstüme üstüme geldi. Nefse, “Sus ey münafık, sen kendine bak!” diyerek sert bir şekilde çıkıştım. Bu nasıl bir şeydi? Ebdalin, bana verdiği öğütten sonra en az on yerde aynı uygunsuz pozisyonda insanlar gördüm. Her yere, sanki aşk yağıyordu. Bu, kesinlikle benim bir sınavımdı. Allah’a hamdolsun, Ebdal ’in verdiği öğüdü tuttum, bütün bu sınavlardan yüzakıyla çıktım. Ebdalin bana verdiği bu dersi; eksiksiz olarak yerine getirmeyi, yaşamım boyunca da bu dersin gereğini yerine getirmeyi kendime ilke edindim.
Her canlı gibi o ebdal de ölümü tattığında ben çok uzaklardaydım. Mezarının başında bir taş. Adı sanı belirsiz. Sararmış otlar arasında yatıyor. Kabri dâhil olmak üzere, kendisinin tanınıp bilinmemesi gerektiği için, ne adını ne soyadını ne de kabrinin yerini söyleyebiliyorum.
Yeryüzünde, yalnızca Allah kendisini biliyordu, bir de bize tanıtmıştı. Yıllar sonra torunuyla karşılaştım. Kendisine: “Deden nasıl bir insandı?” diye sordum. Dedem, inşaatlarda amele olarak çalışırdı. Kazanla yemek yapıp hep fakirlere dağıtırdı. Fakir fukara olmasına karşın çok cömert biriydi. Tüm kazancını fakire fukaraya yedirdi. Yaşlanıp elden ayaktan düşünce de ailem kendisine baktı. Hiç kimseyi kırmaz, kimseyi incitmezdi.” dedi.
Torununa, “Dedenin manevi bir yönü var mıydı?” diye, bir soru yönelttim. Bana, “Dedemin manevi bir yönünün olup olmadığını bilmiyorum. Yalnız bir olaya tanık oldum. Mahallemizde, ağzı bozuk, çok şerli, kabadayılık yapan bir genç vardı. Durup durduk yere herkese sataşır, sövüp sayarak hakaretler ederdi. Bir gün hiç yok yere dedemin önüne çıkıp kendisine ağır hakaretler etti. Dedem, tebessümle hakaret eden genci dinledi, kendisine hiç karşılık vermedi. Yanından uzaklaşıp gitti. O şirret genç, hâlâ dedemin arkasından sövüp saymaya devam ediyordu. Dedeme sövüp sayan kişi, ertesi gün dağa çıkmış. Ayağı kaymış. Uçurumdan aşağı düşüp parça parça olmuş, çok feci bir şekilde can vermiş. Yalnızca, böyle bir hadiseye tanık oldum.” dedi.
“Ebdaller kırk kişi olup Şam’da ikamet ederler. Onlar sayesinde yağmur yağar, onlar sayesinde düşmana karşı zafer kazanılır ve onlar sayesinde Şam halkından azap uzaklaştırılır.” 2
Toronto’nun kuzeyinde Algonquin Milli Park’ta tabiatın kendi sessizliği içinde oturuyorum. Bu saklı cennette, bu anıyı, müsaade olduğu kadarıyla kaleme aldım. Algonquin Park’da, tanımsız güzellikte ağaçlar, göller, ve temiz hava. Orman boyu akıp giden dere. Burası dinlenmek için harika bir yer. Ülkemden uzakta da olsam, ruhaniyatlarıyla bana gurbet ve yalnızlık hissi yaşatmayan bütün ricalül gayp velilerine ve onları gönülden seven Müminlere selam olsun.
Ferhat Saul Aaron
Hizirlayolculuk.com
Kaynakça:
(Sülemî, Tabakâtü’s-Sufiyye, s. 2; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Vasît, 5/65 (nr. 4113); Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 1/765
İmam Ahmed b. Hanbel, I/112