top of page

GÜLÜN ADI

Üç dört saatlik bir gündü, dışarıda, hasret görümü bir rüzgâr esiyordu. Doğa, yazgı betiğinin ellinde, yeni bir çehreye bürünüyordu. Yağmur demetlerini bir araya toplayan şimşekler, kenti yeni bir güne hazırlıyordu... Evrenin üzerine çöken salkım salkım bir gece… Gökyüzünde altıkardeş, arıkovanı, büyükayı, kervankıran yıldızları…


Mazide kalan; gülkurusu, narçiçeği, vişneçürüğü renklerinde albenili anılar… Yaşam serüveninin yaşanmışlıklarında, umut meltemlerinin yelkeseni… Doğum ölüm çizgisinin sarmalında acı tatlı olaylar… Her gece, anı defterlerinin solgun sayfalarını uçuran fırtınalar… Hüzün saatlerinde şimşek bekleyen adak saatleri… Şehir, köy, mahalle, dağ, tepe, deniz, göl, arasında kış sonrası yağmur çizgileri… Dünlü günlerin özlemlerini musluklarından akıtan sokak çeşmeleri… Tramvay aynalarında bir film şeridi gibi akıp giden hayatlar… Rüzgâr uğultusuyla ürperen muhacir kuşlar… İnci dakikalarının salaş dünlerinde, ateşle biçilmiş ekinleri toplayan kar fırtınaları…


Doğada bir değişim, kardelen çiçeklerinin aydınlığında… Eriyen buz saçakları, kerpiç damların oluklarından akan yeni bir mevsim… Kalbe düşen ilk cemre, gök gürültüsü, şimşek salkımları… Tavus kuşunun kanatlarında desen desen bahar umutları… İlkbahar bir dönüşüm yaratılışa. Gül saçarken doğa dört bir yana, bir ilgi var batanla doğan arasında… Taşlar; çiçeklerle bezenir, iplik iplik yağan yağmurlarda. Gök; yeşilini getirir, endemik günlerin aydınlığında…


Genç adam; uzandığı kanepeden ağır ağır doğruldu, şömineye birkaç odun attı. Kışın, doğadan el etek çekmeye hazırlandığı bir mevsimdi. Sıcakla soğuk arasında kalmaktan buğulanan pencereye doğru yürüdü. İşaret parmağıyla, camdaki buğuya “anılar” yazdı. Birkaç adım geriye çekilip yazıya dikkatlice baktı. Alı al, moru mor olan insanlar gibi camdaki “anılar” kelimesinin çehresi de boncuk boncuk terlemeye başlamıştı. Bir müddet sonra yazı tamamen akıp gözden kayboldu. Adam şakaklarını ellerinin arasına alıp derin derin düşündü.


“Hayat, çoban kulübesinde padişah rüyası görmek gibi… Camdaki ‘anılar’ yazısı gibi tüm yaşanmışlıklar da bir gün geliyor, yazgının eliyle siliniyor. Zaman, coşkun bir ırmak gibi akıyor. Hiçbir şey onun akışını önleyemiyor. Dilesek de dilemesek de hayat denen coşkun çağlayanının içinde, bizler de akıyoruz. Son şeritte, varlığımız siliniyor, gözden kayboluyoruz. Nereden gelip nereye gidiyoruz? Hayat döngüsü ne kadar tuhaf ?”


Daldığı düşüncelerden sıyrılıp pencereden dışarıya baktı. Uzaktaki gecekondulara gözü ilişti. Kerpiç evler, gece karanlığında güçlükle fark ediliyordu. Evlerin isli bacalarından gökyüzüne doğru ağan gri dumanlar… Sokak lambalarının loş aydınlığında bir görünüp bir kaybolan insan siluetleri… Kendi sesinden başka bir sesi olmayan, rüzgâr uğultusuyla bir beşik gibi sallanan asırlık ahşap konaklar…


Genç adam; salona geçti, anı kumaşından yapılan pardösüsünü büyük bir özenle giyinip dışarı çıktı. Arabasına bindi. Amaçsız bir şekilde sahile doğru yola koyuldu. Arabayı uygun bir yere park etti. Elleri cebinde, sahil boyu dalgın dalgın yürüdü. Yorulmuştu. Bir banka oturup umut aydınlığı gibi parlayan yakamoza baktı. Hırçın olmayan deniz dalgalarının sesine vapur sirenleri eşlik ediyor, martılar yiyecek bir şeyler bulabilmek umuduyla balıkçı teknelerinin üzerinde uçuşuyorlardı. Hayatı, sevgiyi, anıları sorgulayan karmaşık düşünceler içindeyken bir şiir sesiyle irkildi…


“Yitik sevdalara bakarsın tüm aynalarda

Aynalara yansıyan ne varsa hırçın

Bu günlerde

Güneşin gurup vakti

Deniz dalgalarında son bir parıltı

Neden bir görünüp bir kaybolur

Ay’ın karanlık yüzünde kalan hatıralar?

İstesek de dönemeyiz onlara

Bir köprüdür hayat belki berzaha

Akan bir çağlayandır

Bu, anlaşılmaz bir lisandır

Güneşin ve ayın doğup batışı

Ve arınışlar

Ötesel bir yaşam yönsemesinde

Kırmızı, mor, siyah, beyaz, sarı, mavi

Tüm renkler

Gün batımında yokluğa gider…”


Genç adam; yerinden doğruldu. Şiir okuyan yaşlı adamın yanına gelip kendisini saygıyla selamladı.


“Aman Allah’ım! Ne kadar felsefî bir şiir böyle! İnanılır gibi değil! Ben, gece boyunca hayatı sorguluyordum. Yaşanmışlıkların cenderesinde eziliyorum. Aslında hiçbir maddî sorunum yok. Varsıl biriyim. Buna karşın gönül dünyamda binbir çalkantı… 

Bunaldıkça bunalıyorum. Anılarla yatıp anılarla kalkıyorum. Şu dünya hayatında kimi yürekten sevdiysem kendileriyle yollarımız ayıldı. Neden ayrılıkların kısır döngü hep böyledir?”


“Sevmek, bir hayat gerçekliğidir. Herkes sever. Önemli olansa sevilen nesnede yaratıcıyı duyumsayabilmektir. Aradığının ne olduğunu biliyorsan arayacağın yer bellidir.”


“Anlamadım. Sevme eylemiyle yaratıcıyı anımsamanın ilgisi ne?!”


“Yaratıcının, insanlar üzerinde inkâr edilemez, sayısız nimetleri vardır. Bir hayat verilir bize, yaşam süreriz. Vakti gelince evleniriz, eşimiz olur, çocuklarımız olur. Bir işte çalışırız, rızkımız olur. Sosyal hayatta severiz, seviliriz dostlarımız olur. Yaratıcıyı düşünmeden bunları seversen; bir zaman sonra gönül dünyan kararır. Kalbine tanımsız bir hüzün çöker. Candan sevip kendilerine bağlandığın kim varsa bir zaman sonra onlarla yollarınızın ayrıldığına tanık olursun. Hoşça kal, demeden çekip giderler hayatından… Sevdiğin her şeyde yaratıcıyı anımsamalısın. Ne kadar zekiyim ne kadar güzelim, diyerek kendini sevip beğenme... Bu tarz sevmeler hüzün getirir. Yaratıcı bana ne güzel bir beden ne güzel bir zekâ vermiş, diyerek kendini sev. Böyle yaparsan, bir kurşun kütle gibi üzerine çöken ağırlıkların kalktığına, onların yerini, tanımsız sevgi hislerinin aldığına tanık olursun. Unutma ki her tazenin eskiyip solması ötesel bir yaşama doğuşun haberidir.”


“Aman Allah’ım! Saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı perişan bir adamdan, düşünceleri allak bullak eden felsefî sözler işitmek ne kadar da tuhaf…”


“Ben, bir aynanın arka yüzüyüm. Sen aynanın arkasına bakma. Aynadan sana yansıyana bak.”


“ …”


“Size aşkla ilgili bir şey sorabilir miyim?”


“Tabii ki…”


“Âşıklar, dünya hayatında neden çoğunlukla birbirlerine kavuşamıyorlar, kavuşanların aşkları bir süre sonra neden sona eriyor?”


“Aşk; yaratıcının bir nurudur, tutamazsın. Dünyaya tadımlık olarak gelir, sonra da ait olduğu sonsuzluk yurduna göçer. Bundan dolayıdır ki aşk, kavuşunca söner, ayrı düşünce bir çobanyıldızı gibi parıldar. Aşk, sönmeyen bir ateştir, hep yakar.  Unutmak istedikçe, ardı arkası kesilmedik bir deniz dalgası gibi hep gönül sahillerine vurup durur… Aşk; bir köprüdür, yaratıcıya taşıyan bir Burak’tır. Âşık olup da kavuşamayanlara bir bak… Dünyaya darılıp küserler. Kırgın bir kalple isteseler de dünyayı sevemezler. Bu, kendileri için yararlıdır; çünkü dünya sevgisi, bütün hataların başıdır. Romanlara, öykülere, şiirlere, şarkılara bir bak, kavuşamayan âşıkların feryatları göklere yükseliyor. Neden insafsız bir ayrılıkla aşkın bedeli ödendi?! Tabii ki aşkı armağan eden yaratıcı anımsanmadığı için… Âşık olunanlar yalnızca bir aynadır. Âşıklar; aynaya aşkı yansıtanı duyumsayamıyorlar, aynalara takılıyorlar. Böyle yaptıkları için de ayrılık acısıyla aşkın bedelini ödüyorlar… Gül ağacındaki tomurcuklara bir bak. Tomurcuktan goncaya, goncadan güle dönüşüp eşsiz güzellikleri, tanımsız kokularıyla kendilerine hayran bırakırlar. Bir zaman sonra da sararıp solarak tüm albenilerini yitirirler. Tohumlarını toprağa bırakıp kaybolurlar. İnsanların hayat serüvenleri gül goncası gibidir. Bebeklik, çocukluk, gençlik çağlarında, tazelikleri, enerjileri, güzellikleriyle tüm dikkatleri üzerlerine çekerler. Yaşlılık mevsiminde enerjilerini ve güzelliklerini yitirirler. Son şeritte, bir tohum gibi toprağa düşüp ruhlarıyla sonsuzluk yurduna kanat çırparak uçarlar…”


“Aman Allah’ın! Gözlerime inanamıyorum! Söylediğiniz bu sözleri daha önceleri ne birinden duydum ne de herhangi bir yerde okudum. Yoğun felsefî derinliği olan sözleriniz, zihnimde deprem etkisi yarattı. Ne diyeceğimi bilemiyorum... Vakit bir hayli geçmiş… Sizlerden müsaade istiyorum.”


“Müsaade Allah’tan…”


“Bu arada… Gereksinimleriniz için size bir miktar para bırakabilir miyim?”


“Hayır, benim kazancım, bana kâfi... Teşekkür ederim.”


“Ah, sormayı unuttum! Nerede oturuyorsunuz? Sizinle yeniden görüşebilir miyim?”


“Kendime ait bir evim yoktur. Karşıda gördüğün caminin avlusunda eski bir baraka var, orada düşüp kalkıyorum. Allah’a çok şükrolsun. Başımızı sokacak bir yerimiz var. Yarın, kısmetse bir yakınımın köyüne gideceğim. Kışa kadar orada kalacağım. Kasım ayının ilk haftasında kısmetse dönerim. Beni bu camii avlusundaki eski barakada bulabilirsin. Seninle tanıştığıma çok memnun oldum. Hayatta her zaman umutların, acılarından büyük olsun… Hayırlı geceler…”


“İyi geceler. Her şey için çok teşekkür ediyorum. Yeniden görüşebilmek umuduyla…”


Yaşlı adam yerinden kalktı, ağır adımlarla yürüyerek gecenin nemli çiğ kokularına karışıp gözden kayboldu. Genç adam; arabaya bindi, artırılmış içbükey gerçekliğin yansımalarında, sundurup sulandırmadan garip adamın sözlerini ölçüp tarttı, sonra da duygu durum evrenindeki dışbükey düşüncelerin izini sürüp gece karanlığında gözden kayboldu… Gece… Kentte bir sessizlik... Dışarıda, özüne aykırı devinimlerle yorgun düşen soğuk rüzgâr… Sonbaharsız bir mevsimin kutlu sesi… Nehirlerin yosun tutmuş yüzleri… Yörekent trenlerinin gökyüzüne ağan savruk gri dumanlarında bahar esintileri… Kır çiçekleri, yeni ümitlerin duyurumluğu… Papatya falları, bir şaşırtı… Güneş, eriyen buzlarda altın bir parıltı… Baharın dönüşü, kuyumcu çarşılarında tek taş yüzüğü telaşı… Sorun, açılmayan yazgı kapıların önlerinde yıllar yılı boş umutlarla beklemek… Yaşanmışlıklar; ipek kumaşlarda nadide bir desen, anıların saydam eli… Deniz dalgalarının gözünden düşen, fırtına kuşları… Akrep ve yelkovan arasına sıkışıp kalan umutlar ve düş kırıklıkları… Panjurlara yansıyan gecenin gölge oyunlarında salınıp duran hatıralar… Bir nehir gibi akıp giden hayatlar…


Tan yeri ağarmaya yüz tutmuştu. Genç adam; sabah kahvaltısını yaptı, beynindeki düşünceleri çıkarıp masanın üzerine bıraktı, kahve fincanına orta şekerli, bol telveli anılarını döküp yudum yudum içti, duvar piyanosunun başına geçti, saatlerce piyano çaldı. Güngörmüş oda duvarlarında piyanonun sesi yankılanıyordu. Bir müddet sonra piyanonun başından kalktı, taraçaya çıktı. Derin bir nefes aldı. Bir daha… Bir daha… Toprakta bir neşe… Doğada salkım salkım açan çiçekler… İnsanın ruhunu okşayarak esen meltem rüzgârı… Günce defterini açtı. Cebinden altın yaldızlı bir dolma kalem çıkardı. Yaşama ilişkin duyuş ve düşünüşlerini yazmaya başladı…


Güne notlar…


“Yalnızlık; alın yazısı betiğinden bir ses, işitmesini bilene bir öğüt, iyimserler için bir aydınlanma, karamsarlar için bunaltıcı, puslu bir hava… Umut; ele avuca sığmaz bir Yusufçuk kuşu, binbir güzelliğiyle gönül çelen paha biçilemez eşsiz bir servet… Toprak; yeşerten, saklayan, örten, dönüştüren bir mucize… Doğup batan güneş; yaşam serüvenimizin iz düşümünde yeni bir umut, düş kırıklığı, doğum, ölüm, acı, sevinç, hastalık, sağlık… İçgörü; kendi duygu evrenini, dünya yaşamındaki varlık nedenini yorumlayabilme yetkinliği… Yeşeren filiz, tükenen umutların ara yüzü… Mutluluk; varsıllıkla elde edilemeyen, yok yoksul hayatları özveri aynasından görüp kendilerine yardım eli uzatabilme hazzı… Tasa; kimileri için nedenli, kimileri için nedensiz, kuşatıcı bir hüzün yağmuru… Elde kalan; kimsesiz, zorda kalmış, insanlara yapılan maddî- manevî destek… Beklemek; sabır depremi, Yusuf kuyularında can pazarı… Dünya, gerçeğin izini, gölgede arama yanılgısı… Ya, sahildeki garip adam?! Karanlıkları aydınlatan bir gece aldebaranı… İçini temizlemekle uğraş vermekten dışını süslemeye fırsat bulamamış, hiç kimseden beklentisi olmayan tuhaf bir adam…”


Genç adam anı defterini kapattı, arabaya bindi, iş yerine doğru yola koyuldu. Dışarıda, Doğu kıyılarına yağmur taşıyan, deniz akıntılarını yönlendiren bir alize rüzgârı... Kurak toprakların bağrındaki tohumlarda yeniden yeşerebilme umudu… Genç adam, cama vuran yağmur damlalarının sesiyle düşüncelere daldı…


“Şu dünya yaşamında nice hayatlar gelip geçiyor. Somuttan, soyuta evrilip gidiyor her şey. Gençlik, kalpte sızı aşklar, tüm yaşanmışlıklar, kayboluyor birer birer. Anıların sayrılığında hummaya düşmek… Adı saklımızda kalanların özlemiyle yanıp tutuşmak… Yitip giden tüm güzelliklerin ardı sıra bakakalmak… Onları anı sandıklarında paha biçilemedik bir mücevher gibi saklamak… Doğaya ve insana yeni bir çehre kazandıracak olan kıyamet saatine uyarlı diriliş öykümüzde, yeniden varoluşun sorumluluklarını anımsamak… Geleceği, antik kristallerin ses ve çizgilerinde bir mucize gibi aramak… İçsel huzura erip hiçliğin sesini duymak… Gökyüzü yıldızlarında, yalvaçların parıltılarını görmek… Ötesel yaşama hazırlıkta, gözyaşı yağmuru olabilmek… Gökkuşağı umutlarının özgür yamaçlarında, kır çiçeklerinin ezgisini işitebilmek… Günde beş defa açıp kapanan ezan çiçeklerinin gizemli dilini anlayabilmek…”


Daldığı düşüncelerden duvar saatinin sesiyle uyandı. Sabah yapacağı işleri planladıktan sonra derin bir uykuya daldı. Dağ yamaçlarında, doğayı canlandıran içrek bir rüzgâr... Deniz dalgaları av için martıları yüreklendirmekte… Güneş, gurup vaktine doğru doludizgin kayıyor... Asırlık çınarlar, gökyüzüne uzanan görkemli dallarıyla sanki yakarı halindeler. Ağaç damarlarında dolanan sütsü, duyar kat bir sıvı, kış yıkıntısından kalma atıkları kabuklarına taşımakta... Orman ağaçlarının köklerindeki sızınım, kış mevsiminin üzgüsü...


Yedi ay sonra… Doğa, mevsim getirisine bağlı olarak değişip dönüştü… Yaz rüzgârları; yerini soğuk mistral, bora, kriyetz, etezyen, muson rüzgârlarına bırakınca yapraklar sararıp solmaya başladı. Sökün eden soğuk rüzgârlar, kışın habercisiydi…


Ağaçların gözünden düşen sararıp solmuş yapraklar… Denizin acem kılıcına benzeyen hercai dalgaları… Baharlara açık kapı bırakan toprağa düşmüş tohumlar… Ağzında bakla ıslanmayan martıların gökyüzü haykırışları… Kış fısıltılarını can kulağıyla dinleyen sonbahar… İki ayağı bir pabuca sığmayan doğa… Güz güllerinin dostlar alışverişte görsün edalı salınımları… Alın yazımızda; doğuma, bebekliğe, çocukluğa, gençliğe, orta yaşlığa, yaşlılığa, ölüme ayarlı saatler… Bir tohum gibi toprağın bağrına düşen insanların yeni bir hayata başlayabilmek için kıyamet saatini ayarlı bekleyişleri…


Genç adam, arabasına bindi, sahil kenarındaki camiye doğru yola koyuldu… Sahilde karşılaştığı tuhaf adama sormak istediği bir şeyler vardı… Kasım ayıydı, dışarıda lapa lapa kar yağıyordu…


Ferhat Saul Aaron

Hizirlayolculuk.com

© Hizirla Yolculuk 2021-2023
bottom of page